22 Ağustos 2020 Cumartesi

AĞAÇ DEĞİLİM

    Ben geldim, aylar oldu değil mi sizlerle düşüncelerimi paylaşmayalı? Hayır bırakmadım yazmayı, geçici bir heves değil çünkü benim için. Dilini, insanlarını bilmediğin bir ülkede yaşamanın zorluklarını düşündünüz mü hiç? Ben dört yılı aşkın burda olmama rağmen hala o zorlukları yaşıyor ve hala onlarla nasıl çok fazla yara almadan savaşırım diye düşünüyorum. 

  

   Evlenmeden önce Amerika’ya gelen her Türk gencinin yaptığı gibi bende Türk restaurantlarında çalıştım. Bu bir klasik olmuş artık burada, öğrenciysen ya da yasal bir konumun yoksa, en çok para kazanabileceğin yerlerdir. En güzel kısmı ise; Türk restaurantında çalışıp, Türkiye’nin birçok değişik şehrinden gelmiş ve değişik hikayeleri olan birçok insan ile tanışıyorsun. Yine uyuyamadığım bir gecedeyim. Central Park’a gitmiştim bugün galiba oranın temiz havası beni çok etkiledi ki, kitap okumama rağmen uykum gelmedi bi türlü. Neyse… En son çalıştığım Türk restaurantında o kadar çok güzel insanlar tanıdım ki; sanki özenle seçilmiş, ilginç ama kimseye zarar vermeyen aksine güzel kalpli kişiler girdi hayatıma. Tabii klasik gurbetçiler olarak bir mesajlaşma grubu kurup; birbirimizi özlediğimizi söylemeden, zenginliğimiz ve fakirliğimizi konuşmadan, dedikodu yapmadan da duramazdık. Türkiye’de aldığım lise diplomam bu ülkede geçmediği için, lise diploması alma sınavlarına hazırlanıyorum bu aralar. Yazmıyor olma sebebim bu aslında. HerneyseO konuşmalarından birinde canım, güzel kalpli bir arkadaşım bana evlendin, mesleği iyi bir kocan var ama yine de bu azmine hayranım dedi. Bunu sevdiğim birinden duymak çok güzel ve onurlandırdı beni. Aslında çok iyi de anlıyorum ve hak veriyorum onun neden bunu söylediğini. Bundan yaklaşık on yıl önceki ben olsaydım kesinlikle evlilikten sonraki tek düşüncem çocuk sahibi olmak olurdu. Okuduğunuz kitaplar, izlediğiniz filmler ya da bulunduğunuz yer öyle bir değiştiriyor ki bakış açınızı bazen o yıllarda ki kişiye dönüp baktığınızda çok aptal yanlışlar yapmışım diyorsunuz. Yani en azından ben diyorum. Eh insanız sonuçta tabii ki hatalarımız olacak. Değil mi ama? Aslında tam da bu yüzden di benim kendimce bişeyler yazmaya başlama sebebim. Olmaz bu benim kaderim deyip kendini mutsuzluğa iten güzel kalplere bi nebze kendimi tanıtmak. Hayatta hep örnek ararız ya, kendi kendinin örneği olmak galiba en zoru. 

 

   Manisa’nın o erkek egemen ilçesinde yaşadığım dönemde, sorsanız haritada gösteremediğim bir ülkede yaşıyor olmam, tatlı Egeli köy şivesi konuşurken yeni bir dil öğrenme çabalarım; bana göre kaderimi kendim belirlediğimin en güzel örneği. Aslında yaşadığın kaderi yeniden belirlemek, istediğin yöne çevirmek senin elinde. Bundan dört yıl önce başka bir ülkede yeni dil öğrenip, sırf düzgün bir geleceğin olsun diye 29 yaşından sonra lise diploması almak için oturup ders çalışacaksın deselerdi gerçekten çok gülerdim bunu söyleyenlere. Ama hayatını kendin yönlendirebiliyormuşsun. Seni aldatan, kandıran, sana işkence yapan insanların etrafında olmak zorunda değilmişsin.  Çok sevdiğim bir söz vardır. “Bulunduğun yer seni memnun etmiyorsa, yerini değiştir, ağaç değilsin.”

30 Haziran 2020 Salı

KIRMIZI KUTUDAKİ MUTLULUK

    Eskiden ne çok dinlenirdi radyolar. Ben hâlâ dinliyorum bazen, ama eskiden olduğu gibi değil tabii ki, gelişen çağın verdiği etki ile. Işıldak diye bir alet vardı bilir misiniz? 

Babamın, o ışıldak dediğimiz hem eve aydınlık veren hem de radyosu olan o meşhur küçük ev aleti. Sizde de var miydi? Babam dokunmamızı istemezdi hiç. 


    İnsanın hiç aklından silinmeyen günler vardır ya, bugün yine o günlerden birindeyim. Küçük yaşlarımda köye gönderildiğimden bahsetmiştim daha önceki yazılarımda. Seviyordum da aslında, annemler hep çalışıyordu, abimse kendi derdinde, büyüdükçe bir kardeşi olduğu gerçeğini kabul etmeyen biriydi. Hâlâ da kabul etmez, başkaları can kardeşidir onun için, bense herhangi birisi… Haliyle bende yalnız kalırdım oyuncak bebeklerimle küçük dünyamda. Köye gittiğimde ise daha eğlenceli geçerdi günlerim. Her gittiğimde bi kere teyzemler ağlatırdı beni, niye geldin yine diyerek. Ben de her şeye ağlayan biriydim, çabuk alınırdım söylediklerine. Buna rağmen teyzelerin yanında olmak bana huzur veriyordu, çünkü hissediyordum kötü niyetle söylemediklerini. Nasıl hissediyordun diyecek olursanız, insan sevilmediğini hissettiği yerde durmaz, hele küçük çocuk asla. Kendi evimdeki kaostan kurtulmanın sevinciydi belki bendeki. Manisa‘nın bir köyünde doğdum ben, oralarda yaygın olan tütün üretimi işiyle meşguldü dedemler. Ah, sabahın 02.00’da kalkar, zifiri karanlıkta gaz lambasının verdiği küçük ışıkla kırarlardı tütünleri. Değişik bir adamdı dedem, beni severdi çok iyi bilirdim ama çocuklarını o kadar sevdi mi işte o konudan emin değilim… Neyse Allah rahmet eylesin diyelim. Tütünü kırıp eve iğnelere dizmek için geldiğimizde, önce o meşhur  tarhana çorbasını yerdik, kurumuş ekmekleri içine doğrayıp, yanına da bahçeden toplanmış mis kokulu domatesleri ve soğanları, gelişi güzel doğrardı elleri güzel teyzem. Tadı hâlâ damağımda desem inanir mısınız? Tütün kırmanın başka bir güzel yanı ise, kırmızı anteni bozuk, eski bir kutudan gelen müzik sesleri ile özellikle teyzemlerin mutluluğu, başka bir dünyada yaşadıklarını hayal ettiği anlardı. Biliyordum bazen çok mutsuz olduklarını, isyan ettiklerini, görebiliyordum küçük gözlerimden. O küçük kırmızı kutudan gelen ses gerçekten mutlu ediyordu onları. Hep birilerinin isteklerini duyardık o kırmızı kutudan, en çok da kader mahkumlarının isteklerini yada mektuplarını sunucu uzun uzun okur, onların istediği şarkıları yayınlardı. Dünyalar tatlısı bir halam var. Her ne kadar akrabalarımı sevmediğimden bahsetmiş olsam da koca halam baska... Aslında annemin halası, o yüzden koca hala demeyi öğrettiler bana küçükken, hâlâ da öyle diyorum. Bazen adını söylediklerinde kim olduğunu çıkaramıyorum desem yeridir. Birçok zaman teyzemlerle koca halama giderdik ziyarete, köyde evinde sabit telefonu olan nadir insanlardan biriydi. Onun evine gittiğimizde ondan habersiz radyoda şarkı isteği yapardık. Hoş şimdi söylesek kızmazdı da, o zamanlar korkardık. Kalbi başka çünkü, diğer akrabalar gibi şeytanlığa çalışmaz onun aklı. Teyzem genelde Elazığ’da askerlik yapan abisine dinleyemeceğini bilse de, çok sevdiği Cengiz Kurtoğlu’ndan bir şarkı isterdi. Ben kapıda sessizce bekleyip, koca halam gelirse onu uyarma görevindeydim.


    Şarkı isteği yaptıktan sonra radyonun başında istek şarkımızı çalmalarını beklemekteydi sıra. Bazen beş, bazen yedi şarkı sonrasında çalar ama mutlaka çalarlardı, heyecanla beklediğimiz şarkımızı. Başka bir duyguydu o kırmızı küçük ve antensiz kutudan çalınacak şarkıyı beklemek. İstek yapanın adını, dedem yada tanıdıklardan biri duyacak korkusundan dolayı veremez, sessizce isteğin çalınmasına sevinirdik. Sanki o kırmızı kutuda birisi yaşıyordu benim için. Ne güzel günlerdi, ne güzel duygulardı korkarak da olsa, o şarkının bizim için çalındığını bilmek.


10 Mayıs 2020 Pazar

SIRLAR DÜNYASI

    Sırlar Dünyası diye dizi vardı benim çocukluğumda hani şu kötülük yaparsan kötülük bulursun hikayeleri ile dolu olan. Hatırlar mısınız? Akşamları herkes, tüm gün bağ bahçede çalışmaktan bıkmış halde eve gelir, yorgunluğunu televizyonun karşısına geçip onu izleyerek atardı. Ders alırdı aklı sıra. 

    Babaannem çok izlerdi. Haliyle bende izlerdim onunla birlikte. Hangimiz ders aldık orası muallak tabii. Dini inançları kuvvetli bir ailede büyüdüm diyeceğim yalan olacak. Babam böyle bir ailede büyümüş olmasına rağmen, biz hiç bu duyguları öğrenmedik kendisinden. Biraz dağıtmıştı kendini. Hiç suçlamıyorum da, kendini tanımadan evlenmiş, iki de çocuğu olmuş. Bir de başka şehre yerleşmiş, o dağıtmasın da kim dağıtsın değil mi? Nüfusu kalabalık bir baba tarafım var ve hiçbiri ile bağım yok. Kendimi tanımaya çalıştığım dönemde, birkaç kötü niyetlinin çıkarttığı, yalan haberlerle sonuçlanan ve haksız yere suçladığım bir çağım oldu. Geçen gün eski bir arkadaşım gitmeseydin keşke o kadar uzaklara dedi bana. Nasıl kalabilirdim ki… Büyük ve kendince adı bilinir, dini duyguları güçlü bir ailenin torunuydum. Ama bir defadan fazla Hacca giden, oralarda dinimizi daha derinden öğrenen değerli büyüklerim, bana bir kere bile sarılmayı ve beni koşulsuz sevmeyi öğrenememişti. Aforoz etmişlerdi yahu, türban giymiyorum diye. Nerde o torununa, yeğenine aşık sevgiden içine sokacak gibi olan insanlar,  nerde benim çocukluğumdakiler. Köpeğin yavrusu, bile sevildiği yere gider değil mi? Ben sevilmemiştim, aşık olduğum babamın annesi ve kardeşleri tarafından. Çocuklarınızı sevmezseniz bulduğu ilk fırsatta size sırtını döner. Tecrübe konuşuyor diyebilirim bu konuda. Bana şimdi sorduklarında babam tarafından hiç kimseyi tanımıyorum diyorum ve hep böyle diyeceğim. Kendimi çok suçlamıştım ve sorgulamıştım. Beni sevsinler diye istedikleri gibi olmayı kabul etmiştim ki… Ne yaparsam yapayım kalpleri taş bağlamıştı, değişmezlerdi. İlk zamanlar, eğitimsiz olmanın verdiği bilgisizlik diye adlandırmıştım bu sevgisizliği. Ama teyzemler de eğitim görmemişlerdi. Fakat, her yanlarına gittiğimde koyun kokularıyla, sımsıkı sarılırlardı bana. Kemiklerimde hissederdim bana olan sevgilerini. 

    Neydi,  okulda bize öğretilen iyi bir dindar olmanın şartları… “Yaradılanı sev, Yaradan' dan ötürü."  Ne demekti ? Öylesine mi öğrenmiştim ben o bilgileri. Hani… Sırlar Dünyası’nı izleyip, nerede kullandınız o öğrendiklerinizi…

2 Mayıs 2020 Cumartesi

MAYIS'TA DOĞUM GÜNÜ

İşte en sevdiğim aylardan birindeyiz… Mayıs. Amerika’nın en gözde şehirlerinden birinde yaşıyor olmam, Manisa’ya yaklaşık araba ile altı saatlik bir yolculuğun sonunda, en son nüfus sayımında 1000 kişiye yakın insanın yaşadığı küçük bir köyde doğmuş olmamı asla değiştirmeyecek. Hani geceleri yatmadan konuşursunuz ya eşinizle, biz hep benim köy yaşantımı konuşuruz uyumadan önce. Onun hiç bilmediği hayatı. 

  Kimliğimde 11 Haziran diye geçen ve babaannemin ısrarla bu tarihte doğduğumu direttiği, annemin 25 Mayıs Cuma günü ( bu arada 25 Mayıs 1991 Cumartesi gününe denk geliyor. ) tam da cuma  namazı vaktinde, diye anlattığı, aslında doğum günü bile karışık bilinen, şaşkın bir ailenin ikinci çocuğu olarak dünyaya gözlerimi açtım. Evde doğurmuş annem beni o yüzden çocukluğuma ait tek bir fotoğraf yok. Hiç önemli hastalığım olmadığı için şehre gitme gereği duymamış, haliyle resim çekme özentileri de olmamış içinde kimsenin. Annem hala söyler bazen, ben senin doğmanı hiç istemedim diye. Belki o yüzdendir bu fotoğraf olmaması ve doğum tarihimi bilmiyor olmaları. O dönemin genç, sarışın, yeşil gözlü, uzunca boylu, yakışıklı  babamın gençlik ateşi, yeni köyler keşfetme ve para kazanma hırsı ile başka bir köye taşınmışız ben tam 2,5 yaşındayken. Aslında tam köyde değil. Bizim oralarda, Almancı dedikleri, (Almanya’dan emekli olmuş bir aile) ve en yakın köye iki kilometre uzaklıkta olduğu bir  tavuk çiftliğinde iş bularak beni ve tüm aileyi yeni bir serüvene sürüklemiş. Çünkü tavuk gübresi bilinen en kötü kokudur. O yüzden hep köy dışına yada köy girişime yapılırmış. O yüzdendir ki başka bir köye taşınmışız diyemedim. 
Köye bayram ziyaretlerine gidilirdi bizim oralarda, hani şimdi yazlık yerlere gidilen bayram günleri. Biz de babamın işi yüzünden gidemez olmuştuk her bayram. Annemin de işine gelirdi aslında, kocasının bi türlü sağlam bir bağ kuramadığı ailesini görmektense,  çalışmak işine geliyordu. Annem ve babam tavuk çiftliği ile uğraşırken bende Almancıların torunları ile oynayarak günlerimi geçirirdim. Çünkü abim sevmezdi benimle oynamayı. Ben hep bebeklerime annemin en sevdiği kumaşları yırtıp elbise dikmekle uğraşırdım. O ise bisiklete binmeyi öğrenmeye çalışır, arkadaşları ile maç yapar, bağa bahçeye giderdi. Almancıların iki torunu vardı. Benim en çok sevdiğim Mustafa’ydı. Benden bir yaş küçük sıska tatlı bir çocuktu. Daha güzel oyun oynardık birlikte. Upuzun, beli geniş ve etrafı kum dolu bir ceviz ağacı vardı  Almancıların villasının önünde. Hatta, o ceviz ağacı yaz aylarında bize klima görevi yapardı. Onun altına oturup ceviz ağacı yaprakları içine kum koyup sarma sarardık Mustafa ile birlikte. Şehirde yaşıyordu onlar. Ya hafta sonu gelirlerdi yada okul tatillerinde çiftliğe. Onların gelişi ile benim ve abimin ayrı ayrı oynayışları son bulurdu. Toplam dört kişi geceleri koca villanın etrafında saklambaç oynardık. Hele yaz günlerinde daha güzel olurdu yalın ayak oynaması.  Hala gözümün önüne geliyor sarışın, sıska çocukluğum ve yalın ayak etrafta saklambaç oynadığım günler. 

Galiba hiç büyüyemeceğim ben, kaç yaşına geldim, evlendim. Hala eşime yatmadan önce bu güzel günleri anlatıyorum. Ona masal gibi geliyor gece saklambaç oynamalarımız ve ayağımda terliksiz koşmalarım. Masal değil birebir yaşadım diyorum. Bana sımsıkı sarılıp iyi ki tanıdım seni diyor. 

25 Nisan 2020 Cumartesi

UZAKTA RAMAZAN

Nerde eski Ramazanlar diye dediğinizi hissederek yazıyorum bu yazımı. Zira benim evimde kimse demiyor bunu. Amerikalı biriyle evli olmanın dezavantajı mı desem bilemedim, onun bayramları olduğunda ben nasıl onun gibi neşe dolu olamıyorsam, haliyle o da benim bayramlarımı pek önemsemiyor. Ama seviyorum birbirimize ve kültürümüze olan saygımızı. Saygı değil mi ki zaten insanları birbirine  bağlayan.

Dini duyguları güçlü olduğu söylenen ailede büyümüş olmama rağmen, onlar gibi dinine bağlı biri olamadım. Belki bu yüzden hiç sevmedi beni,  ailenin dindar kesimi. Çok fazla önemsemiyorum  açıkcası. Belki birazda olaylara farklı baktığım içindir. Ama hep Ramazan’ın insanın içine bir huzur verdiğine inananlardanım. Şuan bu kültürden çok uzak olsam da. Evin küçüğü olduğunuzda her işi siz yaparsınız. Yani en azından bizim evde öyleydi. Ben de evin ikinci ve son çocuğu olmanın bir çok dezavantajını gördüm. Siyah beyaz televizyonumuzun kumanda görevi bendeydi mesela. Eğer annem sofrayı hazırlarken unuttuğu birşey olursa, onu getirme görevi de bendeydi. Çatısı olmayan beton bir evde yaşıyorduk o dönemler. Şimdi nasıl bir evde yaşıyor bizimkiler bilmiyorum. Yıllar oldu gitmeyeli. Tam merkezi bir yerde yaşamadığımız için iftar topunun atıldığını evden duymak mümkün değildi. Haliyle küçüğün görevi çıkıp dışarıda topun patlamasını, ezanın okunmasını beklemek ve bizimkilere haber vermekti. Diğer görevlerimi sinirlenerek yapsam da, evin çatısına çıkıp ezanın okunmasını beklerken, gün batımını  izleme keyfi bana aitti. Ama bir çok günler annemlere haber vermeyi unuturdum, haliyle benim yüzümden geç açarlardı oruçlarını. Çocuk aklı işte… Ne kadar büyük günahlar değil mi ama?  Çocuk olmanın en güzel yanı bu değil mi ki? Günahlarına rağmen birilerinin seni seviyor  olması… 

 Kendi ülkemde ve malesef ki ailemde bulamadığım mutluğu aramak için Amerika’dayım. Buradaki insanların da inançları olduğunu unutarak. Özlüyor musun diye çok soran oluyor, gurbette olunca. Ramazan ile ilgili en çok özlediğimde ailemin alacak gücü olmamasına rağmen, 30 günün sonunda bayramlık alınma ihtimali. Şimdi düşündükçe bile huzur doluyor içim. Ama hayalim, en azından önümüzdeki bayramların birinde Ramazan’ın gerçek ruhunu yaşamak ve canım sevdiğime öğretmek. 

21 Nisan 2020 Salı

MUALLAK

Çok korkuyorum aslında bu yeni dönemin insanlarından. Üzülüyorum, önce yönetimi suçluyorum, sonra diyorum insanın kendine ettiğini, kimse kimseye etmez. Öyle derler bizim Ege’de. Herşeye kolayca ulaştığımız bu yüzyılda, neden bilgiye ulaşmaya çalışmıyoruz sanki. Okunması gereken bir çok yazı varken, güzel kızların resimlerine bakmak veya videolarını izlemek… Yönetim falan suçlu değil. Küçükken çok duyardım “Her koyun kendi bacağından asılır.“ deyimini. Küçükken aklın beş karış havada oluyor anlamıyorsun büyüklerin ne dediklerini, ne demek istediklerini.

 Kendi işinde, gücünde bir ailede büyüdüm. Abim ve ben küçük yaşta başladık çalışmaya. Bugünler de çocukluk günlerimi çok  düşünüyorum. Neler gelmis başıma, eşimin dediği gibi şans eseri yaşıyorum dedirten bir çok anılar. 
Hani nerde o eski günler dediğimiz anlar var ya. Annem ve babam tavuk çiftliğinde çalışır, abim ise sanayide çalışırdı. Meslek öğrensin diye, yedi yaşında işe gitmeye başlamıştı. Benim çalışıp, para kazanma yaşım  daha gelmediği için beni de, otobüse bindirip köye gönderirlerdi. O zamanlar yaklaşık, dört saatlik yolculuktu. Beş yaşımda otobüse bindirilip giderdim tek başıma doğduğum küçük köyüme. Hani dedim ya, kazara yaşıyorum diye. Başıma birşey gelseydi, kim nerden bilebilirdi ki. Telefon yok, gideceğim yere ulaşıp ulaşmadığımdan emin olmaya çalışan aile yok. Düşündükçe beni hiç sevmemişler diyorum. Hep başından atma çabaları… Çok da iyi anlıyorum aslında, deli gibi çalışırken çocuk yetiştirmek birlikte yürümüyor. O yüzden bazı çocuklar ya saygısız yada bilgisiz oluyorlar ya. Bende öyleydim aslında bilgisiz. Zamanla kendimin bile inanamadığı şekilde değiştirdim kendimi. Bir kere içinizde varsa eğer, ailenizden gördüklerinizle şekillendirmiyorsunuz nasıl bir insan olacağınızı. En azından ben onlardan öğrendiklerimle şekillendirmedim. Kötülük yapan insanlar, ailelerinde kötülükler gördükleri için değil, iyi olmak istemedikleri için  iyi biri değiller. Hani köpek eniği bile sevgiyi hissettigi yere gider ya, bende köyde en fazla sevgi gördüğüm yere gittim hep. Anne tarafına gider, teyzemlere her türlü işte,  çocuk aklımla yardımcı olurdum. Başka bir sevgi vardı onlarda. Onların babalarını düşünüyorum da… Pek de örnek biri değildi rahmetli. Ama teyzemlerdeki o sevgi bambaşkaydı. Hayatım boyunca aklımda kalacak, sözlerle tarif edilemeyen bir sevgiydi. Onlar da tarla da çok yoğundu bağ bahçe işleri ile. Ama hep benimle ilgilenirlerdi, ailemin aksine. Bu yüzden diyorum ya, nasil biri olacağınız sizin elinizde, kimse size öğretmiyor. En azından bana öğretmediler, bir aile olmayi. 

Şimdi bana öğretilmeyeni yeğenlerime öğretmek derdindeyim. Bana bile gerek yok,  anneleri varken. Engellenemeyen korkular biriktiriyorum içimde yeni büyüyen nesile karşı. Bir gün biter mi bu korku, dönebilir miyiz eski günlere? Otobüse tek başına köye gitsin diye çocuklarımızı gönderebilir miyiz? İşte orası muallak… 

TANRI HERKESI MUTLULUGU ANLAYABILECEK SEKILDE YARATTI

     Uzun süredir bazı dostlardan artık yazmayı bırakıp bırakmadığım konusunda mesajlar alıyorum. Hayır sadece zor günlerden geçiyorum. Fark...